MAKAMI BUL HASTALIĞI YEN…

Binlerce yıllık müzikterapi   yöntemiyle  tedavi  ygulayan  Rahmi  Oruç   Güvenç’e   göre  her  makamın   farklı   hastalığı  iyileştirici  gücü   var.Psikolojik rahatsızlıklar başta olmak üzere göz hastalıkları, spazmlar, yorgunluk, huzursuzluk gibi sorunlara müzik, ilaç gibi geliyor

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nü bitirdikten sonra Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim dalında yardımcı doçentliğe yükselen Rahmi Oruç Güvenç, bu dönemden sonra etnik müziklerle ilgili çalışmalarına başlamış. Müzikterapi’nin bin yıldan fazla bir zamandır kullanıldığını belirten Güvenç, 800’lü yıllarda yaşayan Ebu Bekir Razi’den Farabi’ye, İbni Sina’ya kadar pek çok bilginin bu konudaki çalışmalarının günümüze kadar geldiğini söylüyor. Yaklaşık 100 yıl öncesine kadar Osmanllı’nın da kullandığı müzikterapi şimdi Yrd. Doç. Güvenç sayesinde Avrupa’da da çok yaygın. Avusturya, Almanya, İspanya, İsviçre’de müzikterapist yetiştiren okullar açan Güvenç, hem üniversite hem de hükümetlerin desteğini alıyor. Güvenç, “Eski tıpta müzikle tedavi diğer tedavi sistemleriyle birlikte kullanılıyordu. Bugünkü tıbba baktığımız zaman yavaş yavaş kabullenilmeye başlayan bir fenomen. Önce alternatif tıpta yer edindi, sonra tamamlayıcı tıp içinde gereği ortaya çıktı. Şimdi bizim yetiştirdiğimiz öğrencilerimiz Avrupa’nın çeşitli hastanelerinde kliniklerde müzikterapiyi, terapi olarak uyguluyorlar. Buna ait projeler gerçekleştiriliyor. Nöroloji, kardiyoloji alanındaki çalışmalar tamamlandı. Avusturya’da komada olan ve artık iyileşme umudu kalmayan hastalara kimse ulaşamadı ama müzik ulaştı. Şimdi yaşlılık ve bağışıklık sistemi projeleri üzerinde çalışılıyor.”

İLACI MÜZİK
Müzikterapi yöntemi diğer tedavi şekillerinden oldukça farklı. Çünkü ilacı müzik. Eski tıbba baktığımız zaman psikolojik rahatsızlıklar başta olmak üzere, göz hastalıkları, spazmlar, kas ve eklem rahatsızlıkları, yorgunluk, huzursuzluk gibi hastalıkların yanı sıra fiziksel hastalıkların çoğunda müzikterapinin kullanıldığına dair bilgiler var. Ancak müzikterapi için şu anda oldukça küçük bir mekana sahip olduklarını söyleyen Güvenç’in asıl amacı üniversitelerin ve devletin desteğini alarak bir merkez kurmak. Şu anda kendilerine ulaşmak isteyenlere çıkarttıkları CD’lerle yardımcı olmaya çalışan Rahmi Oruç Güvenç, “Kültür Bakanlığı’ndan izinli CD’ler hazırladık. Bugüne kadar 40 kadar makam, müzik terapi için kullanılmış. Biz 15 – 16 makamı CD haline getirdik. Aslında Türk Müziği’nde 490 kadar makam bulunuyor. Bunları da bilimsel olarak kanıtlayarak çalışır hale getirmek istiyoruz” diyor.

TERAPİ SEANSI
Sultanahmet’teki Otağ Müzik Merkezi’nin atmosferi insanı bin yıl öncesinin Orta Asyası’na götürüyor. Otantik kıyafetler, duvarlarda bölgeye ait onlarca müzik aleti ve sıra sıra sedirler… Sedirin üstünde Kırgız başlığıyla, kaftanı ve kılkopuz isimli aletiyle Yrd. Doç. Dr. Güvenç oturuyor. Az sonra bir müzikterapi seansı başlayacak. İsviçreli Anna’nın da aralarında olduğu 4 kişi bir daire oluşturmuş. Müziğin ritmi eşliğinde çeşitli hareketler yapılıyor. Bu hareketlerle tam bir konsantrasyonla yapıldığında vücudun iç dengesi sağlanıyor. Bu hareketli seansın ardından sıra pasif seansa geliyor. Sert bir minderin üzerine İsviçreli Anna uzanıyor. Gözlerini kapatıp, kendini müziğin ritmine bırakıyor. Tamamen gevşeyip müziğe konsantre olarak bu seansın da sonuna geliniyor.

ESKİ TÜRKLERDE MÜZİK İLE TEDAVİ
Müzik bütün insanlık tarihinde duygu ve bilgilerin anlatım biçimi olarak bilinir. Müzikal sesleri diğer seslerden ayıran en önemli özellik, belirli bir ritim kalıbı içinde, birbirleriyle uyumlu sesler yumağı veya topluluğu olarak algılanmasıdır.
Çeşitli insan toplulukları, sosyal oluşuma paralel olarak kültür değerlerinin ulaştığı vasata göre, müziğin etkilerini keşfetmişler ve pek çok konuda müzikten ve onun çok yakın öğeleri olan ritim ve danstan yararlanmışlardır.
Tarih belgelerine başvurarak Türk kültürünün eski devirlerdeki oluşumuna yöneldiğimizde oldukça eski sayılacak bilgilere ulaşmaktayız: ” Proto-Türk Kültürü: … Çin kaynaklarından öğrenildiğine göre, bu kültürün merkezi Shensi ve Kansu eyaletleridir ve bu kültürü yaşatanlar, bilhassa yüksek düzlük yerlerde oturmaktaydılar. Bu kültürü getirenlerin, sonraki Türklerin ataları olduğuna şüphe yoktur. Onlar ilk göründükleri zamanlar, yani M.Ö. 3’üncü bin yılın ortalarında bile, sonraları da taşıdıkları vasıflara haiz bulunuyorlardı.”
” M.Ö. 3 binden itibaren Altay -Türk kültürü, aynı zamanda Altay -Türk müzik kültürünün de belirleyicisidir. Altay -Türk kültürü biraz olsun dış tesirlere açıktı. Bunların kuzeyinde kapalı olan iki bölge vardı ki , bunlar da Hakas ve Tuva bölgeleri gibi, eski Türk kültürünün çok değerli hazineleriydi. Bu her iki kültür çevresi de Altay -Türk kültür çevresi ile ilişki halindeydiler.Bu devrin Altay kültürünün başlıca özelliği ise, Güney Sibirya Kültür Karakterine girmesidir. Bunun sonucu müziklerinde benzer özellikler bulunmaktadır. Altaylılar, Orhun kıyıları, Moğol bozkırları ve İrtiş boylarına etkide bulunarak ve M.Ö. II. binden itibaren de ilk yurtlarından ayrılarak gelecekteki Orta Asya Türk müzik kültürünün temellerini hazırlamışlardır.”
M.Ö. II. bin ve III. bin yıllarında Doğu Türkistan’daki Kalıntılarda flüt görülmekte. Özbekistan’ın orta bölgesinde bulunmuş, M.Ö. I. yüzyıla ve M.S. I. yüzyıla ait heykelciklerin elinde çalgı vardır. Fergana vadisi bölgesinde ise zurna çok sıkça kullanılmıştır. Tambur , Dutar, Çapraz Flüt, Balaban, Dombra topluluklarda en çok kullanılan enstrümanlardandır.
” M.Ö. II. yüzyılda Türkler, Orta Asya’nın Kuça, Balasagun gibi önemli merkezlerinde yaşarlarken buraya görevli olarak gelen Çin generalinin, dönüşünde Türklerden götürdüğü çalgılarla Çin Sarayında bir müzik takımı kurup Türk ezgileri çaldırdığı ve bu çalgıların Hunlara ait olduğu, o çağın tarihçileri tarafından günlük saray kayıtlarına geçirildiği bilinmektedir. Bu sazlardan birinin “houkya” adında, ileriden boynu dönük, üzerinde perde delikleri bulunan ve sesinin gücü ile bilinen bir boru olduğu yine aynı kayıtlardan öğrenilmektedir.”
Türk müzik ve dans tarihi bilgileri, Türklerde müzik ve dans ile tedavi konusunun önemli malzemesi olmaktadır. Bu konuda ilgi çekici bazı belgelerden söz etmek gerekmektedir. Doğu Türkistanlı yazar Abdulhekim Baki ( Çin Halk Cumhuriyeti Azınlık Milletler Yazarları Cemiyeti’nin üyesi, Urumçi Yazarlar Birliğinin Başkan Yardımcısı ve Genel Sekreteri, Tanrıdağ Edebiyat Mecmuasının Başyazarı) tarafımıza ulaşan bir araştırma makalesinde şu bilgileri vermektedir:
” Yazılı kaynaklara göre Uygur Türklerinin bilinen en eski müzik numuneleri günümüzden 6000-8000 yılları öncesine kadar dayanmaktadır. ‘Şincang (Doğu Türkistan) Medeniyet Numuneleri’ adlı araştırma dergisinin 1985 yılında yayınlanan 1. sayısında yer alan bir incelemede Hoten vilayetine bağlı Çerçen kazasındaki Mülçe Irmağı mecraında bulunan Mingyarkaya resminde dans eden figürlere rastlanılmıştır. Arkeologların ilmi tetkiklerine göre bu kaya resimleri zamanımızdan 6000-8000 yıl öncesine aittir. Uygur Türklerinin 3000 yıl önce Şaman dinine mensup olduğu çağlarda Şaman, Pirhon ve Bahşılar şarkılar söylemek ve dans etmek sureti ile hasta tedavi seansları ve merasimleri icra ederlerdi. Uygur Türkleri eski zamanlarda ölülerini şarkı söyleyerek ve dans ederek uğurlarlardı.
401 yılında ünlü Uygur Türk Alimi Kumuraciva Doğu Türkistan’ın Kuşen şehrinden Çin’in tarihi Başkenti Çangen’e giderek, dil, edebiyat, müzik ve heykeltıraşlık konularında dersler vermiş ve bu sahalarda 800 kadar öğrenci yetiştirmiştir.”
Melodi ve ritim birliği müzikal olgunun gereği olarak görülür. Türklerde dans, melodi ve ritim birçok amaç için kullanılıyordu. Özellikle şamanik inanç çerçevesinde ayinlerin en önemli malzemeleri melodi, ritim ve danstı. Bu ayinler sırasında kullanılan müzik aletleri kutsal kabul edilirdi. Müzik eşliğinde icra edilen danslar genellikle bazı kutsal figürlerin taklidi şeklinde olurdu. Kazak ve Kırgız Türklerinde müzik ve dans ile tedavi örneği olarak, çok eskiden beri devam eden bir dans olan “Karacorga” bir atın yürüyüşünü simgelemektedir. Kartal, kurt, ayı, geyik, kuğu, 7 evliya, at, kaz bu simgelerden bazılarıdır. Eski inanışa göre bu figürler Ataruhunu temsil etmektedirler. Adı geçen at yürüyüşünü temel alan ve günümüze kadar gelebilmiş tedavi dansı örneği olan Karacorga (Baksı Dansı)nın benzer örneklerini Azerbaycan Gobustan kayalıklarındaki figürlerde görmekteyiz. Yazılı kaynaklardan bu konuda şu bilgilere ulaşmaktayız: ” Baku’dan doğu istikametine gidilirse, bir saat kadar sonra karşınıza bir kadim insanın daha resmi çıkacaktır. Kobustan’da karmakarışık kaya yığınları arasında ansızın kayalar üzerine çizilmiş resimler göze çarpıyor: Av sahneleri, tören dansları oynayan bir grup insan, burun kısmında güneş işareti olan çok kürekli bir kayık, aslana benzeyen acayip hayvanlar. 12 bin yılı aşkın bir zaman önce burası kadim sakinlerin yerleşim yeriydi.
Diğer bir kitapta aynı konu şöyle dile getiriliyor: “… Azerbaycan’da yaşamış halkların iptidai ilkin raks formlarının meydana çıktığı yer respublikanın güney reyonlarıdır. Alimler Baku’nun yakınlarında Gobustan’da kadim rakslardan haber veren kaya tasvirlerinin raks eden figürleri aşikare çıkarmışlardır. Uzak geçmişin ressamı bu tasvirini takriben sekiz-on bin yıl bundan evvel yaratmıştır. Rakslar yalnız merasim karakterli rakslar olmuştur. Raks hiç de temaşa edilmek için değildi; aksine muayyen bir merasimin vacip elementi gibi lazım gelirdi.”
Eski Türklerde tedavi amacıyla kullanılan müzik ve dans konusu, sosyal hayatta mistik alanda önemli bir yer bulmuştur. Baksı ve Kam adı verilen tedaviciler, bu tedaviyi bir merasimle, müzik ve ritim ve de dans ile harekete geçen sezgileriyle gerçekleştiriyorlardı. Miladi VI-VII. yüzyıllarda kuzey Çin’de hüküm süren Türk soyundan bir Tabgaç hükümdarı hakkında Miladi 576 tarihli bir Çin kaynağı şunu anlatıyordu: “Hükümdar ve soydaşları, Çin’de bilinmeyen ve hoş görülmeyen bir tarzda, gök ayini sırasında raks ediyorlardı. Ayinin sonunda, kadın kamlar davullar çalarken Tabgaçlar, doğu yönünde yükselen kurban taşına doğru secde etmekteydiler.”
Miladi 569’da Batı Türk Hakanına Bizans elçisi olarak gelen Zemarkhos da, Semerkand’da Gök-Türk kamlarının davullar ve çıngıraklar çalarak, ateş etrafında devran ettiklerini görmüştü.
Din dışı rakslar ile de merasim yapılırdı. Miladi VI-VII. yüzyıllardan Çin kaynakları, Gök-Türklerin, bir ayak ile hareketli bir top üzerinde durarak, denge için kollarını iki yana açıp, diğer ayakla çok hızlı bir şekilde döndüklerini anlatır.
“…Adı geçen bu raksın Milad devrinde de uygulandığı, iç Asya göçebelerinin eski ili olan Kuzey Çin’de bir mezar duvarındaki tasvirlerden bilinir. Rakkas sağ ayağı ile bir top üzerinde denge kurmuş, arkaya doğru uzanan sol ayağı ile dönmektedir. Açılmış kollarının yenleri uçuşur gibidir. Rakkasın önünde bir diz üzerine çökmüş müzisyen davul çalmaktadır.”
Türk müziği ve folkloru tarihi bütün Türk illerini ve kültürün pek çok dalını içine aldığı için bazı konuların birbiriyle örülü olduğunu gözlemek mümkün olmaktadır. Baksı veya Kam adı verilen tedavicilerin bir çok işlevi üstlenmeleri bu konuya güzel bir örnektir. Tedavici, icra ettiği müzik, ritim ve danslarla bir sanatçı gibi görünür, ama o trans içinde sezgi bilgisinden bahsettiği için medyumdur. Toplumun ihtiyacı ve sorularına cevap verdiği için sosyolog ve pedagog ve de psikolog rolünü de üzerine almıştır. Ulaştığı trans’ın sezgi neticesi oluşturduğu bilgi derinliği açısından, insanların duygularına yön verme imkanı sebebiyle hekim ve de manevi ihtiyaçlara cevap verme yeteneği ve konumu sebebiyle de ruhiyatçı rolünü oynamaktadır. Dede Korkut misalinde olduğu gibi. Dede Korkut bir yanda öğüt verir, bir yanda destan söyler, diğer yanda kopuz çalar, hasta tedavi eder ve çeşitli konularda iyi sonuçlar alınması için dua eder. Bütün bunlardan anlaşılacağı üzere eski Türklerde müzik ve dansla tedavi basit bir hekim işi değil sosyo-kültürel ve spiritüel bir fenomendir. Bu konuya açıklık getirmek için bazı örnekler şöyle sıralanabilir: “XI. yüzyıl tarihçilerinden Gardizi, Kırgızlara dair şu malumatı veriyor: Kırgızlar arasında Faginum (Kam) dedikleri bir kişi vardır; her yıl muayyen bir günde gelir, çalgıcıları ve her türlü çalgı aletlerini getirirler. Çalgıcılar çalmaya başlar, Kam bayılarak düşer; bundan sonra ondan o yıl neler olacağını, kıtlık, bereket, yağmur, kuraklık, tehlike, emniyet, düşman saldırısı hakkında sorarlar. Kam hepsini söyler ve ekseriya onun dediği olur.” İptidai şamanizmde şaman ile tabibin aynı şahıs olduğu kabul görür.
“…Kamların tanrılar ve ruhlar hakkındaki tasavvurları dini törenlerde okudukları dua ve ilahilerdeki tavsiflerden anlaşılabilirdi. Fakat bu ilahileri ve duaları tespit etmek güçtür. Ayinlerden sonra kam bu okuduklarını tekrarlayamaz, çünkü kam dualarını istiğrak (trans) halinde irticalen söyler ve unutur.”
Balasagunlu Yusuf Hacip ‘Kutadgu Bilig’de kamları otaçılar (tabibler) ile bir tutmuş; kamların insan topluluğu için yararlı kişiler olduğuna işaret etmiştir.
Kerek tut otaçı, kerek kam
Ölügligke her giz asıg kılmaz em”
(Gerek hekim, tabib tut, gerek kam tut;
Eceli gelene ilaç fayda vermez.)
Bir başka sözü de şöyle söylüyor:
“Kamug igke ot ol emi belgülüg
Ol ig emlegüçi kam belgülüg”
(Her derdin belli ilacı,
tedavi edecek kamı bulunur.)
Kanaati temsil eden Odgurmış adlı zahid, hakana nasihat verirken “bazı insanlar yoksul; bazı insanlar da kaygı ile yıpranmışlardır. Bunların ilacı, dertlerine derman sendedir. Bunları tedavi et, bunların Kam’ı ol” diyor ki dikkate değer.
“Seningde turur kör bularnıng emi
Otagıl daru birle bolgıl kamı.”
İslamlaşmaya başlayan kamların dualarına Peygamber’in, meleklerin, evliyanın ve şeyhlerin adları girmeye başlamıştır. Doğu Türkistan Türkleri, Yakutlar gibi, erkek şamana “oyun” derler. Kırgız-Kazaklar’da şaman yerini tutan ve onun ödevlerini uygulayan kişiye “Baksı” ya da “Bahşı” denir.
Baksı veya Kam adı verilen bu Asya Türk tedavicileri, tedavi seansı sırasında kutsal saydıkları müzik aletlerine özel önem verirlerdi. Bunlar içinde kopuz kelimesiyle ifade edilen, yay,ağız ve parmakla çalınan aletlerin manevi ve terapatik bağlantıları vardı. Kazakistan’ın Almatı kentinde tanıştığımız bir kopuzcu olan Simetay’ın aktardığı bilgiler önem taşımaktadır: ” Kopuz Dede Korkut’un sazıdır ve yayla çalınır. Baş kısımdaki tellerin bağlandığı ses burgularından birisi güneşi diğeri ayı temsil eder. Gövdede telleri taşıyan köprü kısmının altı yeri, üstü de göğü temsil etmektedir. Ses yayın sürtünmesi ile ikisinin arasından çıkar; bu ses ata ruhu ile bağlantı kurmaya yardımcı olur.
Hakas, yani eski Kırgız Türklerinin yurdu, Kem ırmaklarının çevrelerinden başlar; ünlü Yenisey ırmağının başlangıçlarına kadar uzanır. Göktürk yazıtlarının Yenisey yazıtları adlı bölümü buradadır. Eski Türk sazlarının veya kopuzlarının en orijinal ve en eski şekli de buradan belgeleniyor. Vertkoy bu Hakas komıs veya kopuzunu şöyle tarif ediyor: … Komis 2 veya 3 telli bir sazdır. Altay çevresinde, Tobşur denen saz ile Tuva’daki Topşulur adlı sazlarla aynı kökten gelir. Teknesi ve sapı aynı kütükten çıkarılır. Alt kısmı koyun veya geyik boynuzu ile kaplanır. Telleri at kılı veya koyun barsağı ile yapılır. İki telinden biri ak diğeri kara idi. 70-80 santim kadar uzunluğu vardır.
Yazarın şu tespitleri önem taşımaktadır: ” … adı geçen bu musiki aleti önce deri ile kaplanıyor; derinin üzeri de geyik boynuzları ile perçinleniyordu; boğuk ve iniltili ses sihir dolu olarak böyle bir tekneden çıkıyor ve çevreye yayılıyordu…. Müzik, yalnızca zevk, neşe, aşk, hüzün ve eğlence katkısı değildir. Devlet, millet birliğini oluşturan; savaşta orduya duygu veren, yürüyüş ve hareketini düzenleyen de, ses ve ritimdir. Müzik ve kopuz veya saz, tedavi eden, ruhları dinlendiren, iradelere güç etkisi veren, aynı zamanda toplulukta birlik yaratan sosyal aletlerdi.

1.
Velilik ve ululuk sembolü idi. Dede Korkut’ta görüldüğü gibi.
2.
Gazi erenlerin başına ne geldiğini söyleyen bir sembol idi.
3.
Ulularla haberleşme; medet ve yardım isteme sesiydi.
4.
Kopuzla övülen yiğitlere güç veren, boğaları ve buğraları yenmelerine imkan veren ilahi bir sesti. Kanturalı hikayesinde olduğu gibi.
5.
Topluluğa haber veren, halkı uyaran kutlu ses de kopuzun kutlu sesidir. Beyrek’in yurduna dönüşünde, atını verip bir kopuz alması gibi…
6.
İyi ruhları çağıran, kötü ruhları kovan kutlu ses de kopuzun sesidir.

“… yarı müslüman, bahşı adlı kopuzcular, sihir, fal, tedavi, iyi ruhları çağırma, kötü ruhları kovma törenlerinde yalnız kopuz kullanıyorlardı.”
Prof. Dr. Bahaeddin Ögel’in Radlof’dan aktardığı şu bilgiler kopuz hakkında daha net tarifler vermektedir:
“… Baksa, çok eski şamanların zamanımıza kadar gelen örneklerinden biridir. Hastalıklarda, yardımcı olmak için çağrılırlardı. Baksa’ların, şamanların davulu yerine iki telli bir kemençeleri vardır. Kenarları zillerle ve ses veren maden parçaları ile süslenmiştir. Buna kobus derler. Bir de asa taşırlardı. Değnek şeklindeki bu asanın başında da bir çıngırak ve maden parçaları vardı….”
Kazak ve Kırgızların inanışına göre, Korkut Ata en büyük velilerden sayılır. Kazakların kopuz ve tombure, dombra gibi sazlarını icat eden de yine Korkut Ata idi.